Entelektüel ölüm ve Satranç üzerine

Entelektüel ölüm ve Satranç üzerine 30.08.2021

Entelektüel ölüm ve Satranç üzerine

Son birkaç yılda İstanbul sahnelerinde gördüğün en belirgin değişiklik nedir diye sorsalar, “tek kişilik oyunların varlığı” diye cevap verirdim. Farklı sebeplerle tercih edilen tek kişilik oyunların tiyatrolar için sağladığı kolaylıklara rağmen seyirci için zorlayıcı bir deneyim olduğu hepimizin malûmu. Çoğu zaman boş bir sahnede veya yok denilecek kadar az sayıdaki aksesuarla kotarılan yapımlarda izleyicinin dikkatini, ilgisini sahne üzerinde tutmak adına oyuncuya ve rejiye düşen ağır yükün altından her yapımın alnının akıyla kalktığını söyleyemeyiz. Ancak seyircilerin bu konudaki deneyimi arttıkça tek kişilik oyunların izlenme sıklığıyla birlikte bu tür oyunlarla alınan ödül sayısı, oyunların niteliğindeki artış çıplak gözle görünecek kadar çoğalıyor. [1]


Raflarda sıklıkla gördüğümüz Stefan Zweig kitaplarının sebebi bir röportajda şöyle açıklanmış; “Zweig hiçbir zaman ümitsiz değildir; yapıtlarını okuyanı yüreklendiren, ona yaşama sevinci veren bir umut yazarıdır. Eminim ülkemizde okurlar Zweig’ı daha çok insancıl, barışsever olduğu için yeğliyor.” [2]


Zweig’ın 1942 yılında intihar etmeden önce yazdığı son kitap olan Satranç, bu yıl Duende Tiyatro tarafından sahnelenmeye başladı. Duende Tiyatro'yla tanışmama sebep olan Çağrılmayan Yakup da yine tek kişilik bir oyundu. Sahneye taşınması da izlemesi de belirli bir çıtanın üzerinde çaba gerektiren bu yapımların oyuncusu ve yönetmeni İpek Taşdan’ı tanıdığıma çok memnun olduğumu söylemeliyim. Şiiri de romanı da sahneye çıkarırken yaptığı buluşlar, metinlerin dilini sahnede oyunculukla çözme çabası, yapıtların düşünsel arka planını belirginleştirirken, beden diline ilişkin arayışlarının verimli sonuçlarıyla haz veren bir gösteri sunuyor.  


Metnin dilinin sahnede nasıl çözüldüğünden bahsedebilmek için önce Satranç’ta neler olup bittiğini kısaca özetlemek gerekebilir. New York’tan Buenos Aires’e yapılan bir gemi yolculuğu zamanında geçen romandaki anlatıcı sayesinde yolcularla tanışırız. Doktor B., dünya satranç şampiyonu Mirko Czentovic ve MacConnor’ın yanı sıra, diğerleri diye özetlenebilecek seyircilerin gözleri önünde cereyan eden bir satranç turnuvasının ardındakiler, romanın temel çatısını oluşturur. Test tekniğiyle sınav sorusu çözüp en yüksek puanlı okullara girebilen ama sadece test tekniği bilen öğrencilerin yetiştiği dünyanın o uzak ülkesindekilere benzeyen Czentovic’le “başarıyı saplantıya dönüştürmüş megalomanlardan” MacConnor’ın aynı masada satranç oynamasının yaratacağı şenliğe içinden kıs kıs gülen anlatıcının bile beklemediği bir gelişmeyle yeni bir açılıma giden roman ve oyun, karşımıza gizemli Doktor B’yi çıkarır. Parti başına 250 dolar vererek satrançta olmasa da para konusunda kendine güveni tam MacConnor’ın güreşe doymaz hâline bakıp oyun dışından ufak müdahalelerde bulunan Doktor B. satrançtaki başarısıyla o âna kadar kimsenin yüzüne bakmaya tenezzül etmeyen Czentovic kadar anlatıcının da ilgisini çeker. Sayesinde bizler de doktorun hikâyesine kulak misafiri oluruz; satrançtaki ustalığının küçük yaşlardan itibaren kazanılmış bir ilgi değil, zorunluluktan, acı veren bir yalnızlık ve yalıtılmışlıktan kaçışın can simidi olduğunu öğreniriz.


Anlatı zamanlarının iç içe geçmesi yapıtın hem çekici hem de zorlu katmanı. Oyunun sahne dışında Doktor B’nin maruz kaldığı işkence ve Czentovic’in geçmişi yer alırken, sahne üzerinde gemi yolculuğunu görüyoruz, oyun sahne üzerinde başlamadan evvel fuayede çıplak ayakları ve paltosuyla yanımızda yürüyüp duran İpek Taşdan şimdiki zamanımızı bir süreliğine talep ediyor, hepimizi o gemiye davet ediyor. Işıklar karardığında, şimdimizi çıkışta dönüşüme uğramış hâlde geri almak üzere anlatıcının ellerine teslim ediyoruz. İki defa izlediğim oyunun (Kadıköy Halk Eğitim ve Kozzy Alışveriş Merkezi)[4]küçük bir salonda, seyirciye çok daha yakın mesafede bambaşka bir etki yaratacağını düşünmeden edemiyorum. Oyunun başında maruz kaldığımız karanlık da, sahne üzerinde gölgeler oluşturarak yaratılan tekinsiz ortam da küçük bir sahnede çok daha etkileyici olurdu.


Handan Salta

K24

https://t24.com.tr/k24/yazi/satranc,2202